Jean-Michel Basquiat 22 Aralık 1960’ta Park Slope, Brooklyn’de doğdu. Yirmi yaşındayken 1955’te Haiti’den göç etmiş bir muhasebeci olan Gerard ile Porto Rikolu bir kadın olan Matilde’nin en büyük oğluydu. Jean-Michel arkadaşlarına büyükannesinin “Haiti’nin Diane von Furstenberg’i” olduğunu söyleyerek övünürdü. Gerard Basquiat şöyle diyor: “Haiti’de elit, varlıklı bir geçmişten geliyoruz. Ailem bazı siyasi sorunlar yaşadı. Annem ve babam hapse atıldı. Erkek kardeşim yetmişli yıllarda Haiti’de öldürüldü. Basquiat ismi artık orada pek iyi anılmıyor.”
Jean-Michel üç ya da dört yaşından itibaren sürekli
resimle uğraştı. Tenis oynamasıyla övünen, yakışıklı ve şık giyimli Gerard
Basquiat, “Jean-Michel hayatı boyunca resim yaptı,” diyor. Bu yetenek aileden
geliyor gibi görünüyor. “Ben de çizerim. Erkek kardeşim ticari bir sanatçı. Annesi
çok sanatsal; yıllar önce kıyafet tasarlamıştı.”
Basquiat genç yaşta müziğe de maruz kalmış. Gerard’ın
evde sürekli çaldığı caza ek olarak, Jean-Michel’in anne tarafından büyükbabası
Juan, küçük bir Latin müzik grubunun grup lideriydi. On iki telli gitar çalardı
ve Jean-Michel bazen provalara katılırdı. Jean-Michel, daha sonra İspanyolca
büyükanne anlamına gelen “Abuelita” adlı parlak renkli bir tabloda (G.2) resmettiği büyükannesi Flora’ya
oldukça yakındı.
Basquiat beş yaşındayken aile Flatbush’a taşındı.
Dışarıdan bakıldığında sıradan bir orta sınıf çocukluğuydu. Ancak bazı derin
travmatik olaylar yaşandı. Yedi yaşındayken Jean-Michel’e bir araba çarptı ve
dalağı alındı. Davis ve Johnston ile yaptığı video röportajda “Sokakta
oynuyordum,” diye hatırlıyor. “Çok rüya gibi olduğunu ve arabanın üzerime
geldiğini ve sonra her şeyi bir tür kırmızı odaktan gördüğümü hatırlıyorum...
Bu sahip olduğum en eski anı değil, fakat muhtemelen en canlı olanı.” Araba ve
ambulans imajları daha sonra sanatında tekrarlanan bir motif olarak ortaya
çıkacaktı; sanki bir düzeyde, her zaman hayatındaki bu kilit sahneye geri
dönüyordu; zaten olmuş olan bir kazaya.
Annesinin ona hastanede verdiği Gray’s
Anatomy (Gray’in Anatomisi), belki de iyileşmesi için bir tür alt yapı
sağlamayı umuyormuş gibi, önemli bir erken dönem etkisi olmuştu; anatomik imajlar
ve referanslar çalışmalarında merkezî bir hale gelecekti. Matilde onu müzelere
ve tiyatroya da götürdü; “Guernica” en sevdiği tabloydu ve West Side Story’yi
izlediğine dair canlı anıları vardı. Annesini kâğıt peçetelere İncil’den
resimler çizerken izlediğini de hatırlıyordu. “Bana tüm temel şeyleri annemin
verdiğini söyleyebilirim. Sanat ondan geldi,” diyor Art After
Midnight (Gece Yarısından Sonra Sanat) kitabının yazarı Steve Hager’a.
Matilde akıcı bir şekilde İngilizce, İspanyolca ve
Fransızca konuşabiliyordu ve Jean-Michel evde üç dili de öğrendi. Jean-Michel’in
dayısı John Andrades, “Sanatsal yeteneklerini kullanırdı,” diyor. “Renkleri çok
iyi seçerdi ve ev çok düzenliydi. Çok güzeldi, her şey bir dergiden çıkmış gibi
görünüyordu.”
Ancak Basquiat arkadaşlarına, annesinin bazen şiddet
nöbetleriyle sonuçlanan tekrarlayan depresyon nöbetlerinden muzdarip olduğunu
söyledi. “Çocukken annem iç çamaşırımı ters giydiğim için beni feci şekilde
döverdi, bu ona göre eşcinsel olduğum anlamına geliyordu. Anaokuluna
gidiyordum. Beni çok uzun süre dövdü. Annem çok ama çok katıydı” diyor yazar
Anthony Haden-Guest’e verdiği bir röportajda.
Basquiat, ailesindeki aile içi şiddetle ilgili
çeşitli hikâyelerle birçok insanı şok etti. Lise arkadaşı Ken Cybulska’ya,
annesinin arabayı yoldan çıkararak hepsini öldürmeye çalıştıktan sonra
hastaneye yatırılmak zorunda kaldığını söyledi. Daha sonra grafiti ortağı
olacak olan Al Diaz’a annesinin Gerard’ı yatağa bağladığını ve ona elbise
askısıyla vurduğunu anlattı. Aynı hikâyeyi ressam David Bowes’a da anlatmış.
Haden-Guest’e “annesinin babasını dövdüğüne dair korkunç bir hikâye” anlattı.
Jean-Michel Hager’a “Annem babamla yaptığı kötü
evlilik sonucunda delirdi” dedi. “Gençken çok güzeldi ancak çok endişelendiği
için alnında bir endişe çizgisi var.” Haden-Guest ile yaptığı röportajda daha
açık konuştu. Basquiat ona, “Annem ben çocukken... on, on bir yaşlarındayken
falan, akıl hastanesine yatırıldı,” dedi. “Annem pek çok kez akıl hastanesine
yattı... Çok zayıftı.” Basquiat ayrıca Andy Warhol’a da annesinin “akıl
hastanelerine girip çıktığını” söylemiş ve bunu daha sonra Günlükler’inde de kaydetmiştir.
Kesinlikle sorunlar vardı. Jean-Michel yedi
yaşındayken anne ve babası ayrılır ve Gerard çocukların velayetini alarak
aileyi Boerum Hill’de bir eve taşır. Karısının “zihinsel depresyon” dönemleri
geçirdiğini söylüyor ve evliliklerinin başlarında yaşanan gizemli bir olaydan
bahsediyor; komşularından Howard Lewis, Gerard Basquiat’nın kendisine Matilde’nin
onu bıçaklamaya çalıştığını söylediğini hatırlıyor. “Çok sık ayrılırlardı. Bir
ileri bir geri, bir ileri bir geri. Her zaman bir çatışma vardı. Ailemin baba
tarafıyla yakın değilim ve ailemin anne tarafı da babamdan nefret ediyor,”
diyor Basquiat, Haden-Guest’e.
Jean-Michel’in iki küçük kız kardeşi vardı: 1963
doğumlu Lisane ve 1966 doğumlu Jeanine. Çocuklar Boerum Hill’deki Pasifik
Caddesi’nde aileye ait üç katlı kahverengi taş bir evde büyüdüler. Ağaçlarla
kaplı, yarı zenginleşmiş bir yerleşim bölgesi olan bu mahalle, biraz keyifsiz
bir bölgede bir vaha gibidir.
Gerard Basquiat muhasebeci olmak için gece okuluna
gitmişti. Jean-Michel’in çocukluğu sırasında New Jersey’deki yayıncı Macmillan’da
muhasebeci olarak çalışmıştı. Bir noktada, komşusu Monroe Denton’a göre, kendi
işini kurdu; Atlantic Avenue’da Bennington tencereleri ve diğer süslü ev
eşyaları satan L’Etiquette adlı küçük bir dükkân. Caz meraklısıydı ve
Jean-Michel’in dokunmasına izin vermediği ödüllü bir plak koleksiyonuna
sahipti. Yemek yapmayı çok severdi, bu becerisini oğluna da öğretmişti.
Jean-Michel’in bir kız arkadaşı babasının yemek pişirirken üzerinde kalın
harflerle “The Boss” (Patron) yazan bir önlük giydiğini hatırlıyor.
Komşuları Gerard’ı neredeyse sadece beyazlarla
takılan, kendini tenis hobisine adamış ve hafta sonları sık sık kız
arkadaşlarıyla gezmeye giden şık bir sofistike olarak tasvir etmektedir. Oğlunu
çok az anladığı ya da hiç anlamadığı anlaşılan katı, bencil bir baba tarif
ediyorlar.
“Bir ebeveynden çok bir playboy gibiydi” diyen
Sylvia Lennard, hafta sonları iki kızına baktığını, onları kahverengi taş evde
terk ettiğini ve buzdolabında yeterli yiyecek bırakmadığını söylüyor. Lennard’a
göre Jean-Michel’den bebek bakıcılığı yapması, yemek pişirmesi ve kız
kardeşlerine bakması da bekleniyordu.
Gerard birçok kadınla çıkmış ve Jean-Michel’in ilk
yıllarında birkaç ciddi ilişki yaşamış. “Annesiyle ayrıldığımızda çıktığım bu
kadın Jean-Michel’in pek hoşuna gitmemişti,” diyor. “Annesinden ayrıldığım için
Jean-Michel mutsuz muydu? Bilmiyorum, gerçekten bilmiyorum. Yani, çocukların
aklından neler geçtiğini kim bilebilir ki? Bir ebeveyn bundan sorumlu olmak
zorunda mı?”
Jean-Michel on altı yaşındayken Gerard, Nora adında
bir İngiliz kadınla yaşamaya başladı. “Tehlikeli olmayı severim. Eskiden
uçlarda yaşamayı, hızlı arabalara ve motosikletlere sahip olmayı severdim,”
diye hatırlıyor. “Nora hayatımın bu kısmını düzeltti.”
Matilde bazen Pazar günleri ziyarete gelse de,
komşuları onu hiç eve girerken görmediklerini, bunun yerine çocuklarıyla
birlikte verandada oturduğunu söylüyorlar. Dindar bir kadın olan Matilde bugün
ailesiyle birlikte Brooklyn’in son derece yoksul bir bölgesinde, Covert Sokağı’nda
yaşıyor.
Jean-Michel dördüncü sınıfa dek özel bir okul olan
St. Ann’s’e gönderildi. Üçüncü sınıfta J. Edgar Hoover’a bir silah resmi
gönderdi. Kendi ifadesine göre ilk temaları arasında Mad dergisinin Alfred E.
Neuman’ı, Alfred Hitchcock ve arabalar vardı.
St. Ann’s’dan sonra birkaç devlet okuluna gitti. Bir
yıl boyunca, entegrasyon programının bir parçası olarak Bensonhurst’teki P.S.
101’e otobüsle taşındı. Oradaki birkaç öğretmeni etkilemiş. “Çok sevimli
görünüyordu. Sınıfta Julius Caesar oyununu sahnelediğimizde Caesar’ı oynamıştı,”
diye hatırlıyor sınıf öğretmeni Estelle Finkel. “Hiç unutmam, ölüm sahnesi
sırasında neler olup bittiğini görmek için ayağa kalkmıştı. Evin altını üstüne
getirmişti. Sürekli resim çizerdi. Sıra dışı bir yeteneği olduğunu fark ettim.
Diyaloglu on karakterden oluşan bir çizgi roman yarattığını hatırlıyorum.”
Yıllar sonra Finkel Palladium’daki açılış gecesine gitti ve bir sanatçının
eserini tanıdığını düşündü. Şaşırdığı şey, Jean-Michel tarafından yapılmış bir
duvar resmiydi.
Cynthia Bogen Shechter P.S. 101’de sanat dersleri
veriyordu. Finkel’in kendisinden Basquiat’yı terapi için sınıfına almasını
istediğini söylüyor. Irkçılığın bir sorun olduğunu hatırlıyor. “Okul tamamen
beyaz, İtalyan bir mahalledeydi. Otobüsle gelen sadece birkaç çocuk vardı ve bu
onlar için gerçekten zordu.” Genç ressam saçlarından kalemler çıkarırmış. “Karikatürist
olmak istediğini söylüyordu ve bütün gün karikatür çiziyordu. Diğer çocuklarla
ilişki kurmakta zorlanırdı. Öfkeli bir çocuktu.”
Jean-Michel’in yatak odası, merdivenlerin altında,
yerde bir şilte bulunan bir küçük boşluktan ibaretti. Her yeri çizimlerle
kaplamıştı. “Başka hiçbir çocuğa benzemezdi. Her zaman çok parlaktı, kesinlikle
inanılmaz bir zekâsı vardı, bir dahiydi” diyor babası. “Bu kadar zeki bir çocuk
nedense okul sisteminin ve öğretmenlerinin üstünde olduğunu düşünür ve onlara
isyan eder. Bütün gece resim yapmak ve çizmek isterdi. Okullardan atıldı.
Jean-Michel disipline edilemiyordu. Bana çok sorun çıkardı.”
Basquiat’nın ailesi hakkındaki duyguları sürekli bir
çatışma kaynağı gibi görünüyordu. Kız arkadaşlarına ve sanat simsarlarına
çocukken babası tarafından feci şekilde dövüldüğünü anlatırdı. Gerard Basquat,
oğluna kemerle vurmaktan fazlasını yaptığını kararlılıkla reddediyor. Ancak
komşuları olayı biraz daha güçlü bir şekilde hatırlıyor.
“Jean-Michel ve kız kardeşlerini bacaklarından
kemerle döverdi. İzleri görebilirdiniz” diyor aileyle arkadaş olan ve o
zamanlar Gerard’a oldukça yakın olan Howard Lewis. Hem Lennard hem de Lewis,
Jean-Michel’in birkaç kez dayak konusunda polisi aradığını da söylüyor. Hatta
bazı arkadaşlarına babasının kendisini bıçakladığını ve poposunda küçük bir
yara izi kaldığını söylemiş.
“Tek ebeveyn olarak büyük bir baskı altındaydım.
Katı bir ebeveyndim,” diyor Gerard. “Fakat sert bir ebeveyn değildim.
Çocuklarımı ben nasıl yetiştirildiysem öyle yetiştirdim. Bu konuda hiçbir
pişmanlığım yok. Elimden gelenin en iyisini yaptım. Jean-Michel’in istismara
uğramış bir çocuk olduğu hakkında ne isterseniz yazın, ben öyle olmadığını
biliyorum. Eminim bunu insanlara söylemiştir. Jean-Michel gettoda büyüdüğünü
söylemeyi de severdi, ancak öyle değildi.”
Lisane Basquiat da babasının kötü muamele yaptığını
reddediyor. “Biz de diğer çocuklar gibi dayak yerdik. O bir disiplin adamıydı.
Çocukken tacize uğradık mı? Hayır. Babam bir çocuk istismarcısı mıydı?
Kesinlikle hayır.”
Jean-Michel’i evde gören bazı arkadaşları ise aksini
söylüyor. Al Diaz, “Babası onu çok fena döverdi,” diyor. “Her yerinde çürükler
görürdüm. Ona bok gibi davranırdı. Kız kardeşlerinin kocaman bir odası vardı ve
Gerard onlara her şeyi alırdı. Jean’in yatağın bile sığmadığı küçük bir mağara
gibi odası vardı. Sanırım bohem olduğunu düşünüyordu, her tarafında grafiti vardı.”
Jean-Michel on iki yaşındayken Gerard Berlitz’de işe
girdi ve aile iki yıllığına Porto Riko’ya taşındı. Babası Lewis’e Jean-Michel’in
adada kaldıkları süre boyunca bekâretini kaybettiğini söyleyerek övünüyordu.
Ancak Jean-Michel bazı arkadaşlarına ilk deneyimlerinin homoseksüel olduğunu
söyleyerek onları şok etti; drag[1] giyinen
bir berber tarafından sözlü tecavüze uğramış, ardından bir DJ ile ilişkiye
girmişti.
Brooklyn’e döndüğünde, evinin hemen karşısındaki
Edward R. Murrow Lisesi’ne devam etti. Her dersten yarım not aldı. Bir sanat
kataloğu için yazdığı otobiyografik notta, “dokuzuncu sınıfta life-drawing dersinden
kalan tek çocuk” olduğunu belirtmişti.
Henry Geldzahler’e “Çocukken gerçekten berbat bir
sanatçıydım,” demiş. “Çok soyut ekspresyonisttim; ya da büyük bir koç kafası
çizerdim, gerçekten dağınık. Resim yarışmalarını hiç kazanamazdım. Mükemmel bir
Örümcek Adam çizen bir adama yenildiğimi hatırlıyorum... Sınıftaki en iyi
ressam olmayı gerçekten istiyordum ancak çalışmalarım gerçekten çirkindi.
Ailemde çok çirkin şeyler oluyordu.”
Jean-Michel, Howard Lewis ve Harry Reid ile çok
zaman geçirdi ve onların ipek çiçekler üzerine uzman olan Botanic Planning
Limited adlı dükkânında takıldı. Bir keresinde Lewis’e bir Örümcek Adam çizimi
vererek onu şaşırtmış ve ünlü olduğunda bunun çok para edeceğini söyleyerek
imzasını atmıştı. Ayrıca gecelerini mahalledeki bir matbaada geçirir, görünüşe
göre eve gitmeye isteksizdir. Lewis, Jean-Michel’de büyük bir değişim olduğunu
fark etti: “Tatlı, güven dolu bir çocuktan çok daha temkinli ve karamsar, hatta
düşmanca davranan birine dönüştü.”
Transit Authority’de metro mühendisi olarak gece
vardiyalarında çalışan ve Jean-Michel’i ara sıra istasyonda durup amcasının
trenle geçmesini beklerken gördüğünü hatırlayan Andrades, “İçine çok şey
atıyordu,” diyor.
Basquiat on beş yaşındayken evden kaçtı. Jean-Michel
1986’da kendisiyle kamera karşısında röportaj yapan Tamra Davis’e “Odamda ot
içiyordum ve babam içeri girdi ve beni kıçımdan bıçakladı” dedi. “Beni
öldürmeden önce gitsem iyi olur diye düşündüm, bilirsiniz.” O dönemde Diaz’a,
babasının kendisini erkek kuzeniyle seks yaparken yakaladığında bıçakladığını
söylemişti.
Basquiat kafasını kazıttı (iyi bir gizlenme
sağlayacağını düşündü) ve Brooklyn’den kaçtı. Konserve yiyeceklerle dolu iki
bavul hazırladı ve birkaç gece Harriman Eyalet Parkı’nda kamp kurdu. Ancak
Geldzahler’e şöyle demiş: “Ormanda hava çok karanlık oluyor ve nerede
olduğunuzu bilmiyorsunuz.” İlk başta bir erkek yurdunda yaşamış ancak suç
unsurlarına dayanamamış. O ve diğer bazı çocuklar yaşlı bir kadını soyduktan
sonra - Basquiat çantasını kaparken ona
vurmuşlar, bir arkadaşına anlattığına göre - kendini o kadar kötü hissetmiş
ki oradan ayrılmış. Fakat sokakta sorunlarla mücadele etmek zordu. Davis’e “Tanıdığım
tüm erkekler uyuşturucu satıcısıydı” demiş.
Basquiat bir süre, Alvin Field adında bir
arkadaşıyla birlikte, et pazarı bölgesindeki Batı On İkinci Cadde’de bir
komünde Yahudi bir hippi ailesiyle birlikte yaşadı. Sonunda kendini Washington
Square Park’ta buldu. Davis’e, “Günlerce uyumadan etrafta dolaşır ve sadece on
beş sent olduğu için peynirli kraker ya da başka bir şey yerdim,” dedi. “Şarapçılarla
şarap içerdim. Bir daha eve dönmemeye kararlıydım. Hayatımın geri kalanında bir
serseri olacağımı düşünüyordum. Diğer herkes zengin görünüyordu. Bir restorana
girdiğinizde ‘Şu lanet olası zenginler’ diye düşünür ve onlardan nefret
ederdiniz.” Basquiat daha sonra bu dönemi hayatının en kötü dönemi olarak
nitelendirecekti.
Basquiat, Los Angeles’ta yaşayan o zamanki kız arkadaşı
Julie Wilson’a Peter Max benzeri çizimlerle kaplı uzun mektuplar yazardı.
Wilson, “Bana Washington Square Park’taki o küçük kaydıraklı kulübede
yaşadığını anlatırdı” diyor. Basquiat daha sonra yazar Suzi Gablik için
deneyimini özetler: “Sekiz ay boyunca orada oturup asit damlattım. Şimdi
bunların hepsi sıkıcı geliyor - zihninizi yiyip bitiriyor.”
Washington Square Park’a sığınan tek çocuk Basquiat
değildi. Park, her biri kendi bölgesine sahip gevşek bir çete grubuna
bölünmüştü. O dönemde Basquiat’yla tanışan arkadaşı Eric Johnson, “Burası sokak
çocukları için bir tür buluşma yeriydi,” diyor. “Asit kullanan hippi çocuklar
vardı - Frizbi oynuyor ve mantralar
hakkında konuşuyorlardı - bir bölgede takılıyorlardı. Sonra İtalyan
holiganlar vardı. Westbeth’ten gelen bir grup orta sınıf çocuk da vardı.
Grafiti çocuklarından oluşan bir grup vardı.”
Grafiti çeteleri- 3YB, Three Yard Boys, SS, Stone Soul Brothers ve Mission Graffiti ya da
MG anlamına geliyordu- trenleri, sokakları ve Batı Yirmi Altıncı Sokak’ta
sıralanan kamyonların park yerlerini bombalamaya (grafitti resimlemesi
anlamında) başlamışlardı bile. “Jean-Michel sahnedeki tek siyah çocuklardan
biriydi. Grafiti işlerine pek karışmazdı,” diyor Johnson. Sonunda, Washington
Meydanı grubu, beyzbol sopalı bir çetenin parkta dolaşan uyuşturucu
satıcılarına, eşcinsellere saldırması ve manşetlere çıkan şiddetli bir arbede
ile dağıldı.
Gerard Basquiat oğlunu eve getirmeye kararlıydı. “Geceleri
onu aramak için dışarı çıkardım. Kâbuslar görüyordum” diyor. Polisin yardımıyla
Basquiat oğlunu Washington Square Park’ta buldu. “Kafası tamamen tıraş
edilmişti. Onu gördüm ve eve gelmesi için ikna etmelerini istemek üzere bir
polis arabası çağırmaya gittim. Tabii ki onu karakola götürmek için tüm
bürokratik işlemlerden geçilmesi gerekti. Tüm evrakları imzaladıktan sonra
dışarıda oturuyorduk. Jean-Michel bana ‘Baba, bir gün çok ama çok ünlü olacağım’
dedi.”
On birinci sınıfta City-As-School’a girdiğinde
Jean-Michel Basquiat’nın ciddi bir tavrı ve ciddi bir uyuşturucu sorunu vardı.
Sürekli ot içiyor, sık sık asit atıyor ve bir arkadaşına göre eroinle de
uğraşıyordu. Neyse ki, City-As-School’a uyum sağlamıştı.
City-As-School, üstün yetenekli ve zor durumdaki ergenlerin potansiyellerini gerçekleştirmelerine yardımcı olmak için tasarlanmış alternatif bir liseydi. Okulun kuruluş ilkesi, şehrin kendisinin harika bir öğrenim kurumu olduğuydu; çocuklara Modern Sanat Müzesi ve Hayden Planetaryumu gibi yerlerdeki derslere gidebilmeleri için metro jetonları veriliyordu. Tipik olarak, tamamen esnek bir formatta üç veya dört aktiviteye kaydoluyor ve haftada bir kez danışmanlarıyla görüşüyorlardı.
Okulun merkezi Brooklyn Heights’taki Schermerhorn Caddesi’nde bir Rum Ortodoks kilisesiydi. Öğretmenleri de kendi deyimleriyle hippilerden arta kalanlardı. “Bu kiliseye giriyor ve alt kata iniyordunuz. Sarı duvarları olan harika bir mağara gibiydi,” diyor okulda yaratıcı yazarlık dersleri veren Fred Rugger. “İçeride çok ilginç, enerjik, hevesli, parlak, yetenekli çocuklar oynuyordu. Ancak bu çok özel bir oyun türüydü. Çocuklar hayâli Zorro kılıç dövüşleri yapıyorlardı. Birinin eline bir ip alıp bodrumda Tarzan gibi sallanabileceği hissi vardı. Küçük bir sanatçı kolonisi gibiydi.”Çocuklara en yakın olan personelden ikisi, öğrenci
danışmanları ve okul gazetesinin eş editörleri olan Mary Ellen Lewis ve Lester
Denmark’tı. Lewis, “Lester ve ben bir nevi anne ve baba gibiydik ve çocuklar da
kendilerini ve diğer insanları hayâl kırıklığına uğratmış fakat bir şeyler
yapmak için bu fırsatı bulmuş, gelecek vaat eden parlak çocuklardan oluşan bir
kabileydi” diyor.
City-As-School istismar edilmesi kolay bir sığınak
sağladı. Basquiat ve arkadaşları Shannon Dawson ve Al Diaz esrar alabilmek için
düzenli olarak ellerinde ne var ne yok satıyorlardı. Derslere gittikleri
konusunda yalan söylüyorlar ve bunun yerine Central Park ya da West Village’da
takılıyorlardı. Basquiat derslere gittiğinde, her zaman işbirliği yapmazdı.
Okul arkadaşı Ken Cybulska, Jean-Michel’in Sylvia Milgram’dan sanat tarihi
dersi aldığı Modern Sanat Müzesi’ndeki cehennemi andıran maceralarını
hatırlıyor. “Jean-Michel sergilerden birinin içine atladı,” diyor Cybulska. “Buna
inanamadım.” Milgram, Basquiat’nın tamamen ulaşamadığı birkaç çocuktan biri
olduğunu söylüyor. “Çok yıpratıcı ve düşmancaydı ve diğer herkes için çok
rahatsız ediciydi. Geçmişinden dolayı omzunda korkunç bir iz vardı. Vahşi olanları
her zaman yatıştırmayı başarmıştım ancak Jean-Michel’de bunu başaramadım. Can
düşmanı olmuştuk.” Basquiat’nın aldığı bir diğer sanat dersi olan ve Elliot
Lloyd tarafından verilen figür çizimi dersinde de sorunlar vardı.
“Küçük bir sokak çocuğuna benziyordu,” diye
hatırlıyor Denmark. “Paçavralar giyer, küçük saykodelik gözlükler takar ve şık
saçları vardı.” Çocukların çoğu asitle kafayı buluyordu, Jean-Michel de öyle.
Okul cinsel bir oyun alanıydı. Bazı açık biseksüel ilişkiler ve çeşitli ménages
à trois[2]’ler
vardı. Jean-Michel birkaç kızla ilişkiye girdi, ancak hiçbir zaman tam
anlamıyla bir güçlü ilişki kuramadı. Fakat her zamanki gibi, işleri yaşıtlarından
biraz daha ileri götürdü. Kısa süre sonra Jean-Michel’in Times Meydanı’nda
numaralar çevirdiği ve hatta frengi kaptığı söylentileri yayıldı. “Bana Kırk
İkinci Cadde’de fahişelik yaptığını söyledi,” diyor Cybulska. “Burada on beş
yaşında, tamamen bıkkın bir çocuk vardı. Bana anlatırken gülüyordu.”
“Onu tanıdığım süre boyunca hep bir kimlik krizi
yaşadı,” diyor Denmark. “Sanki her zaman ‘Doğru şeyi mi yapıyorum? Ben deli
miyim? Bende bir sorun mu var?” Rahatsızdı çünkü hiçbir yerde, okulda ya da evde
kendine bir yer bulamıyordu.”
Yine de Jean-Michel, City-As-School’da
öğretmenlerinden çok fazla teşvik gördü, yazı ve çizimleri gelişmeye başladı.
Basquiat ile kayıtların ilk gününde tanışan Diaz, “Oraya ilk gittiğinde
gerçekten utangaç, beceriksiz ve kendine güvensizdi,” diyor. “City-As-School’da
gerçekten reşit oldu.”
“Okuldaki Fareli Köyün Kavalcısı gibiydi,” diyor
Lewis. “Jean’i bir konuda heyecanlandırabilirseniz, onun enerjisi pek çok
insanı kendine çekerdi. SoHo ortamındaki aynı ego ve hırsın ergenlik
dönemindeki bir önizlemesi gibiydi.” Basquiat kısa sürede okul yıllığı ve
gazetesinin yıldız çizerlerinden biri haline geldi ve SAMO sahte bir din
hakkındaki bir makalede doğdu.
Basquiat’nın çalışmalarının çoğunda olduğu gibi SAMO
fikrinin tohumları da uyuşturucudan kaynaklanıyordu. Al Diaz’la birlikte CAS
öğrenci salonunda yaptıkları bir şaka olarak başladı. “Bir gece ot içiyorduk ve
ben bunun hep aynı şey olduğu hakkında bir şeyler söyledim. SAMO, değil mi?
Düşünsenize, SAMO paketleri satıyoruz! Böyle başladı - özel bir şaka olarak ve
sonra büyüdü,” diyor Basquiat 1978’de The Village Voice’a verdiği ilk gazete
röportajında.
Basquiat, okul gazetesi The Basement Blues Press'in
felsefe ve alternatif dinlere odaklanan 1977 Bahar özel sayısı için yazdığı bir
yazıda SAMO temasını geliştirdi. Hem popüler kültür konusundaki farkındalığı
hem de düzen karşıtı zekâsı, “modern ve şık” bir manevi aydınlanma arayışında
olan genç Harry Sneed’in, Quasimodo Jones adında bir tür dindar Fuller Brush bireyiyle
anlaşma yaptığı hicivde açıkça görülüyor.
Basquiat, Papaya King standının üzerindeki bir
ofiste geçen sahneyi mini bir senaryo gibi kurguluyor. Sneed, Jones’un Zen discount,
Yahudilik, Katoliklik ve hatta “Beatnik Messiah” Lenny Bruce’un çalışmalarına
dayanan “Lennyizm” de dahil olmak üzere önerdiği her şeyi reddeder ve sonunda
Jones'un fısıltıyla söylediği “SAMO” önerisiyle baştan çıkar ve bunu bir inanç
olarak tanımlar;
... bu dünyada istediğimiz her şeyi yaparız ve sonra
bilmiyormuşuz gibi davranarak tamamen Tanrı’nın merhametine güveniriz...
Bu öncü makaleye “A Cosmiconcept” başlığı ve “SAMO
her şeydir, her şey SAMO’dur... SAMO suçluluktan arınmış din... ve ötesi”
sloganıyla bir logo eşlik ediyordu.
Ayrıca Basquiat, Diaz, Shannon Dawson ve başka bir
arkadaş olan Matt Kelly tarafından çizilen, yeni dinin çizgi roman tarzında
onaylandığı bir dizi resim de vardı: “SAMO ile ilk deneyimim ‘65 Panther
kongresinde oldu. O zamandan beri hayatımı SAMO yolunda sürdürmek için Panther’lerden
ayrıldım.” “Eskiden hız bağımlısıydım. Şimdi SAMO’yu buldum, gerçeği buldum.”
Bu sayfa dolusu tanıtım yazısı daha sonra “Jean
Basquiat ve Al Diaz’ın orijinal düşüncesinden uyarlanmıştır” notunu içeren bir
broşür olarak dağıtıldı.
SAMO ayrıca psikoterapist Ted Welch tarafından yönetilen
Family Life adlı bir tiyatro-terapi grubunda da bir kişilik olarak yer aldı.
Grup, City-As-School’daki bir programın parçası olarak 105. ve 106. Sokaklar
arasındaki eski Flower and Fifth Avenue Hastanesi’nin oditoryumunda haftada bir
kez toplanıyordu. Welch, “Kavram ve dolayısıyla düşünce, her şeyin aynı eski
şey olduğu, toplumun kendini tekrar ettiği ve sizin de bu döngünün içinde
sıkışıp kaldığınızdı,” diyor. “Sanırım Welch’in üzerinde durduğu şeylerden biri
de, çocuklar ebeveynlerinin rollerini tekrarlamadıklarını düşünseler de,
aslında her şeyi aynı eski şekilde tekrarlıyor olmalarıydı.”
Jean-Michel ile Family Life grubuna katılan bir okul
arkadaşı SAMO’yu daha çok işbirliğine dayalı bir şaka gibi hatırlıyor. “Pek çok
insandan pek çok fikir ödünç aldı. Biz bunun komik olduğunu düşünüyorduk. O
bunu herkesten daha fazla ciddiye alıyordu. Bu da Jean-Michel’in
büyüklenmeciliğini besliyordu. Jean-Michel’in herkesin yapmasını istediği
şeylerden biri de ona dinin lideri ya da peygamberi olarak bakmaktı. Grafiti
yapmaya başlamadan önce, metroya biner, insanların yanına oturur ve onlara
üzerinde ‘Burjuvaya alternatif olarak SAMO’ gibi şeyler yazan küçük beyaz
çıkartmalar verirdik. Jean-Michel burjuva yaşamına karşıydı. Kendisini uçlarda
yaşayan fakir bir çocuk olarak tasvir ederdi.”
SAMO bir sonraki baharda gerçekten gelişmeye
başladı. Mayıs 1978’de Basquiat ve Diaz (birkaç yıl önce metro yazarı Bomb-1
olarak adını duyurmuştu) sokaklara döküldü. Ellerinde keçeli kalemlerle SoHo ve
TriBeCa’nın dört bir yanına nükteli, alametli aforizmalarını karaladılar. Keith
Haring’in “Radiant Baby”i gibi, bir telif hakkı simgesiyle süslenen SAMO
sözleri kısa sürede şehir merkezinin tanıdık bir demirbaşı haline geldi. Hatta
SoHo News, grafitilerin fotoğraflarını, yazarın kimliğini belirlemeye çalışan
bir Wanted posteri gibi yayınladı. Ancak Basquiat ve Diaz hikâyelerini 100
dolar karşılığında The Village Voice’a sattılar. Basquiat, 1 Aralık tarihli
sayısında yer alan bir makalede Voice’a bazen günde otuz SAMO yazdığını söyledi.
“Bu, sahtelikle alay etmek için bir araç,” diye ilan etti.
“Sözleri sırayla bulurduk,” diyor Diaz. “Bir defter
alır ve yazmaya başlardık. Üzerinde birlikte çalıştık ve ilerledikçe
düzenledik. ‘Şuna alternatif olarak, şunun sonu olarak’ diye eklerdik. Gerçekten
düşünülmüştü. Püskürtmeye çıkmadan önce oturup bir şeyler yazıyorduk. Leonard
Caddesi’nden Church Caddesi’ne ya da Batı Broadway’e doğru yürümeye başlardık.
Aklımıza nerede bir fikir gelirse onu yazardık.”
SAMO yazıları Brooklyn Köprüsü’ne, Church ve
Franklin’in köşesine, Görsel Sanatlar Okulu’nun duvarlarına ve Batı Broadway’deki
Mary Boone Galerisi’nin yakınına yazıldı: “Yeni bir sanat formu olarak SAMO.
Zihin yıkama dinine, hiçbir yerde politikaya ve sahte felsefeye bir son olarak
SAMO. Bir kaçış maddesi olarak SAMO. SAMO aptalları kurtarır. SAMO sahte sözde
entelektüellerin sonu. Benim ağzım, bu yüzden bir hata. Peluş kasa... diye
düşünüyor. Tanrı’ya alternatif olarak SAMO. SAMO, oyun sanatının sonu. Vinil
Punkçılığın sonu olarak SAMO. Tanrısal-ilahi aşkın bir ifadesi olarak SAMO.
Sözde avandgard için SAMO. SAMO, babanın $ fonlarıyla ‘radikal şık’ mezhebiyle
sanat oynamanın alternatifi olarak. SAMO, sınırlayıcı sanat terimlerinin sonu.
Babamın üstü açık arabasına güven fonu parasıyla binmek. Sergilenen ‘et rafı’
sanatına bir alternatif olarak SAMO... ‘'Bu gece benimle eve gel' ve ben
boşanmış bir blues'um. Aşırı maruz kalmanın bir sonucu olarak SAMO... Bu
saçmalığa bir son olarak SAMO... Soho’da!...”
Bazı eleştirmenler kısaltmanın ne anlama geldiğine
dair kendi yorumlarını da eklediler. SAMO’nun kulağa şüpheli bir şekilde (Küçük
Siyah) Sambo gibi geldiğini belirttiler. Aynı zamanda, Jean-Michel'in daha
sonraki çalışmalarında atıfta bulunduğu ünlü ırkçı karakterler Amos 'n' Andy'de
olduğu gibi Amos'un bir anagramıydı.
Bu noktada Basquiat ve Diaz, Diaz’ın TriBeCa’da
yaşayan o zamanki kız arkadaşı Kate McCamy’nin ailesiyle önemli miktarda zaman
geçiriyorlardı. McCamy şöyle hatırlıyor: “Üçümüz iyi vakit geçiriyorduk,
partilere gidiyorduk, takılıyorduk. Jean komikti, biraz tuhaftı, biraz da ürkütücüydü.
Jean ve ben annemin ilgisini çekmek için yarışırdık. Aileye kabul edildi ve
akşam yemeği için her zaman buraya gelirdi.”
McCamy’nin annesi Arden Scott, “Evimiz onların ana
üssü haline geldi,” diyor. “Her türlü genç yaramazlığı yapıyorlardı. O zamanlar
bile Jean’in uyuşturucu sorunları vardı. O zamanlar bile zengin ve ünlü olmak,
tanınmak istiyordu. Ve olduğu kişi olarak, bunu elde etmek kolaydı. Öyle bir
kişiliği vardı ki, onun odada olduğunu her zaman anlardınız.” Basquiat’yla ilk
kez on dört yaşındayken tanışan Scott’a göre o zamanlar “inanılmaz miktarda
uyuşturucu kullanıyordu. Washington Square Park’ta takılır ve her şeyi denerdi.”
Scott şöyle anlatıyor: “Çatı katında oturur ve
çizerdi. Her şeyi çok hızlı kavrardı. Gözlerindeki o pırıltıyla bana sinsi
sinsi bakardı. Son derece esprili ve ataktı. Neredeyse kendi iyiliği için fazla
zeki olabilirdi.”
Boerum Hill’de işler hızla kötüye gidiyordu. Çeşitli
kaynaklara göre Basquiat okula birkaç kez morluklarla geldi ve bir keresinde
Family Life tiyatrosuna o denli kötü dövülmüş halde geldi ki bastonla
yürüyordu. “Babasıyla arasında kesinlikle büyük bir çatışma vardı,” diyor
Denmark. “Babası başarılı bir iş adamıydı, üç parçalı takım elbisesi olan bir
adamdı ve Jean bu yönde ilerlemeye yakın bile değildi. Babası Jean’i doğru yola
sokmanın kendisine bağlı olduğunu düşünüyordu. Ona kemerlerle vururdu. Jean’de
siyah-mavi izler olurdu” diyen Denmark, dayağı bir “istismar değil, normal
sınırlar içinde” olarak yorumlar.
“Haitili bir geçmişe sahip olan onun için disiplin,
çocuğa el ve kayışla vurmak anlamına geliyordu. Ağır bir şey değildi. Gelip
hastaneye yatırılması gerekmiyordu. Yani siyah-mavi bir izi vardı. Babası bir
gece bütün plaklarını atmış ya da çizimlerini yırtmış. Evde çatışma olduğunda
böyle şeyler normaldir.”
Fakat Ted Welch, Jean’in bir Family Life grubuna geç
geldiğini hatırlıyor. “Fiziksel bir şey yaşamış gibi görünüyordu. Bana dayak
yediğini söyledi. Ancak bu konuda konuşmak istemedi.”
“Bastonla geldi,” diye hatırlıyor bir sınıf
arkadaşı. “Berbat görünüyordu. Morarmıştı. Zorlukla yürüyebiliyordu.
Jean-Michel ailesi hakkında çok ketumdu. Eve pek gitmezdi. Her zaman kalacak
başka bir yer arardı. Çok fazla sır ve utanç taşırdı.” Basquiat’nın sık sık
bütün gece dışarıda kalması babasını daha da üzüyordu. Denmark, sabah yedide
okula vardığında Basquiat’yı merdivenlerde otururken bulurdu. On yedi
yaşındayken evi temelli terk etti.
Haziran 1978’de City-As-School’un mezuniyet töreni
Fordham Üniversitesi’nde yapıldı. Müzikal aralar, bir CAS öğrencisinin kayıt
gününden mezuniyetine dek geçirdiği evrimi anlatan bir oyun, CAS müdürü Fred
Koury tarafından yapılan bir giriş konuşması ve son bir müzikal gösteri de
dahil olmak üzere özenle planlanmış bir etkinlikti. Açılış konuşmasını yapan
Kent Konseyi Başkanı Carol Bellamy de dahil olmak üzere birçok yerel politikacı
törene katıldı. Resim etkinliğinin de bulunduğu programda “Beatrix Potter ve
Jean Basquiat’nın yanı sıra çok sayıda başka uysal ve yumuşak huylu ruhun”
eserleri de yer aldı.
Müdüre pasta vurma planı “yumuşak huylu bir ruhun”
işi değildi. Zor bir kurguydu ve birkaç gün önceden planlanmıştı. Zamanlama,
canlılık ve adabı tamamen göz ardı etmeyi gerektiriyordu. Aynı zamanda,
Basquiat’nın pek çok macerasında olduğu gibi, bir başkasının ilgi odağını
çalmak için tasarlanmış bir dikkat çekme aracıydı.
O yıl mezun olan Diaz, “Onu önceden sahne arkasına
getirdik,” diyor. “Aşağıya doğru oldukça açık bir koridor vardı, böylece
koşabilecekti. Ve hiç güvenlik yoktu. Koury sahnenin ortasında duruyordu ve
Jean perdenin etrafından uzandı ve mükemmel bir şekilde pastayı yüzüne vurdu.
Sanırım Koury için hayatının en kötü anıydı.” “Bunu bir cesaret işi olarak
yaptım. Beyaz bir ceket giyiyordu, bu yüzden bir sihir numarası gibi göründü,”
diyor Basquiat daha sonra.
Basquiat, Potter’ın Peter Rabbit’ı gibi koridorda
kaybolup binanın dışına çıktı. Seyirciler neredeyse tepki veremeyecek kadar şok
olmuşlardı. “Her şey tuhaf bir ağır çekim efektiyle oldu. İnsanlar nefes nefese
kalmıştı. Kolektif bir korku vardı,” diye hatırlıyor o günkü konuşmacılardan
biri olan Welch. “Gerçekten bir suikast gibiydi. Fred kürsüde duruyor ve
sözlerini tamamlıyordu ve perdenin arkasından bir el çıktı -kişinin geri kalanını hiç görmediniz- ve
pasta Fred’in kafasına vuruldu. Krema burun deliklerini ve ağzını tamamen
doldurmuştu; nefes alamıyordu. Üzerindekileri sildim ve iyi olup olmadığını
sordum. Daha sonra Jean-Michel, Shannon ve başka bir çocuğu dışarıda gördüm ve
bana ne düşündüğümü sordular, ben de ‘Her zamanki gibi zamanlaman kötüydü’
dedim.”
Rugger olayı biraz daha alçakgönüllülükle
hatırlıyor. “Şunu söylemeliyim ki hiçbir aksama olmadan gerçekleşti. Her şeyi
mükemmel bir şekilde yaptılar ki bu gerçekten muhteşemdi. Müdür kesinlikle çok
sinirlendi. Oldukça sinirlenmişti.”
Koury daha sonraki birkaç yıl boyunca olay hakkında
konuşmayı bile reddetti. “Kısa bir an için, belki de çocuklara çok fazla
güvendiğimi düşündüm. Jean-Michel ofise geldi ve yapabildiği kadar pişman bir
şekilde özür diledi,” diyor. “Yaratıcı bir şakaydı. Yaptığına pişman olmuş gibi
görünmüyordu ancak özrünü kabul ettim.”
Basquiat ertesi gün gizlice okula geri döndü. “Çok
dokunaklıydı,” diyor Lewis. “Bana Fred’in gözlerinin iyi olup olmadığını sordu,
onu incitmek istemediğini ve kimsenin başını derde sokmadığını umduğunu
söyledi. ‘Umarım benden nefret etmiyorsundur’ dedi.”
Basquiat son yılını tamamlayamadı. Okul binasında
beyaz bir kızla öpüştüğü ve metro jetonlarını sınıfa gitmek için kullanmak
yerine sattığı için zaten başı beladaydı. Mezuniyet fiyaskosu bardağı taşıran
son damla oldu. Basquiat, “Geri dönmenin pek bir anlamı yok gibi görünüyordu,”
diyordu.
Birkaç yıl sonra Lewis, Jean-Michel ile
açılışlarından birinde karşılaştı. Eski hocasına ilk sözleri, “Demek ‘başarılı
olma olasılığı en düşük kişi’, ha? Fred geliyor mu?”
Jean-Michel Basquiat’nın itici gücü babasıyla olan
aşk-nefret ilişkisiydi. Hayatı boyunca vekil ebeveynler aradı; kız arkadaşları,
sanat simsarları, Warhol, umutsuzca çocukken özlediği sevgi ve onayı aradı.
Ancak hiçbir şey yeterli olmadı ve er ya da geç ilişkisini bozacak, paranoya ve
acı içine çekilecekti. Sonunda uyuşturucu onun tek kaçış yolu oldu.
[1] Eğlence amaçlı,
ancak altında toplumsal amaç barındıran erkekse kadın kıyafetleri, kadınsa
erkek kıyafetleri giyerek, karikatürize kadın ya da erkek davranışları
sergileyen ve gösteri için takınılan giyim tarzı.
[2] Bir ménage à trois, birbirleriyle çok eşli romantik
veya cinsel ilişkiler içinde olan ve genellikle birlikte yaşayan üç kişiden
oluşan bir ev içi düzenleme veya kararlı ilişkidir.