Dünyamızın aklını kaçırdığını düşünen tek kişi olmadığımı biliyorum. Günümüzde kısmen aklı başında olmak kolay değildir. En iyi şartlarda çöken siyaset en kötü şartlarda ölümcüldür ve demagoglar, yalancılar ve hilekarlar tarafından ele geçirilmiştir. Bunların havada uçuşan toplu yalanları bir demagogun siyasi kariyerini bitirmek şöyle dursun, nadiren kitlelerin canını sıkmaktadır. Üstelik, görünüşe göre bu kariyeri güvence altına almakta, bir şekilde garantilemektedir çünkü şimdi bu yalanlara; bu her türlü gerçeklikten kopmuş yalanlara inanmaya yönelik “popüler” bir isteklilik vardır. İşte delilik de burada yatmaktadır. Hayattaki altmışımcı yılıma girerken hayatın bu denli sefil ve çaresiz olduğunu hiç hatırlamıyorum.
Ancak kısa bir süre evvel, beni tuhaf bir şekilde neşelendiren, dünyamızın her daim sefil ve çaresiz olduğunu gösteren bir şey okudum. Dada akımının kurucularından Tristan Tzara’nın Temmuz 1922’de alışılmadık bir şekilde Vanity Fair’de yayınlanmış “Bazı Dadaizm Anıları” başlıklı makalesiydi. Artık kuşe kağıda basılan Condé Nast yayınlarının zamanında böyle şeyleri basmış olduğunu düşünmek ilginç. Bir o kadar ilginç olan da, Tzara’yı okurken onun zamanlarının da tıpkı bizim zamanımıza benzemesidir. 1916 civarı Büyük Savaş’ın kıyımları hiddetlenmişken, Zürih’te Dada’nın doğuşuna nasıl zemin hazırladığını bir dinleyin:
DADAİZM, düzensiz, modern dünyanın karakteristik bir belirtisidir. İlk olarak savaş sırasında Avrupa'nın yaşadığı kaos ve çöküşten ilham almıştır. İsviçre'nin sürgündeki entelektüellerine göre insanlık delirmiş gibiydi -tüm düzen yıkılıyordu, tüm değerler altüst olmuştu- ve biz de bu ruha uygun olarak bir dizi eşek şakasına, özenle hazırlanmış aptalca toplantılara ve hayatın absürdlüğünü ve şiddetini şiddet ve absürdlükle hicveden tuhaf manifestolara başladık.
Tzara absürdlük ve vahşet onu kuşattığında sadece yirmi yaşındaydı, Dada, diyordu, bu dünyaya, savaşına ve siyasetçilerine, iş adamlarına ve değerlerine olan nefretten kaynaklanıyordu. “Dada” diyordu “taaruza geçti ve sosyal sisteme bütünüyle saldırdı çünkü bu sistem insan aptallığına; insanın insan tarafından yok edilişiyle sonuçlanan aptallığa ayrılmaz bir şekilde bağlıydı.” Tzara’nın da dahil olduğu bir grup genç insan -sürgündeki ressamlar, asker kaçakları ve firariler, istenmeyen bohemler ve devrim tasarlayanlar- Zurih’in pek bilinmeyen bir sokağında pek bilinmeyen Lenin’in yaşadığı yerin karşısında pek bilinmeyen bir gece kulübü olan Kabare Voltaire’de buluşmaya başladılar.
Altı ayda gece kulübü hayat buldu, Dada “bakire mikrobu” yarattı. Tartışmalar ve acayip gösteriler kısa bir süre içinde efsaneleşti, herkesin diline, tüm Avrupa’nın diline dolandı. Kabare Voltaire geceleri sarhoşluğun, müziğin ve dansın, manifestoların ve şiirlerin, resimlerin ve tutkuların, karnavalesk piyeslerin geceleri olan “Dada geceleri” oldu. Kabare’nin ortak kurucusu Hugo Ball piyano çaldı; partneri, bir diğer kurucu Emmy Hennings şarkı söyledi, okuma yaptı ve dansetti; keza Sophie Taeuber; Richard Huelsenbeck koca bir davulu gümletti; bir balalayka orkstrası çalmaya başladı; Hans Arp, Hans Richter ve Marcel Janco sanat eserleri temin etti, kolajlar, kostümler ve maskeler tasarladı.
Küçük, tek camlı gözlük takan, entelektüel bir girişken olan Tzara Dada manifestoları ve cebinden çıkardığı kağıt parçalarından Fransızca ve Romence şiirler okudu. Performansları çığlıklar, hıçkırıklar ve ıslıklarla hayat buldu. Bir keresinde Tzara elektronik bir zil -kimsenin ne dediğini duyamayacağı denli bir gürültüyle- çalarken gazeteden bir makale okudu. Sahnedekilere sık sık mermiler kadar, biftek, yumurtalar ve lahanalar da atıldı. Öfkeli seyirciler sanatçılara bağırıp hakaretler etti; öfkeli sanatçılar seyircilere bağırıp hakaretler etti. Dada geceleri kulak tırmalayıcı kahkahalar ve sık sık meydana gelen kavgalar demekti. “Yoğun kalabalıkları” diyordu Tzara, “tamamen farklı gıcık etmenin hakkını talep ediyorduk.”
Efsaneye göre o ve Lenin muhaliflerin musallat olduğu bir başka Zurich mekanı olan Café de la Terrasse’da satranç oynarlarmış (Görünen o ki Lenin bazen Kabare Voltaire’de keçi sakalı ve mongola benzeyen yüzüyle sessizce ikinci sırada oturup cümbüşe eşlik edermiş.) Eğer Tzara’nın beyanlarına inanırsak hem böyle bir efsane hem de Tom Stoppard’ın Travestiler’i aslında doğruydu. 1950lerin sonlarında Tzara şöyle demişti: “Lenin’i Zürih’te şahsen tanıyordum, onunla satranç oynadım. Ama utanarak şunu itiraf etmeliyim ki o zamanlar Lenin’in Lenin olduğunu bilmiyordum. Bunu çok sonraları öğrendim.”
Muhtemelen Tzara satrançta pek de başarılı değildi. Bir sürü kural, taşların oldukça kısıtlı hareketi, aşırı kurnaz stratejiler, bunların hiçbiri yirmili yaşlarındaki fevri birisinin şiirsel duyarlılığına hitap etmiyordu. Öte taraftan, artık kırklı yaşlarındaki Lenin büyük ihtimalle usta bir oyuncuydu ve yenmesi güçtü: neticede, her zaman strateji oluşturuyor, zamanını bekliyor, soğukkanlılıkla bir sonraki hamlesini planlıyor, daima rakibinin güçlü olduğu yerleri değerlendirip en zayıf noktasından vuruyordu. Halbuki Tzara, oyunun mekaniğinden ötürü kendini kısıtlanmış hissediyordu. Piyonlar yana ve geriye doğru hareket etsin, filler atlar gibi zıplasın, kaleler çapraz gitsin, şah vezir olsun istiyordu.
Ve eğer Lenin sahnede “yeni bir adam” yaratmaya çalıştıysa, Tzara’nın arketipik anti-kahramanı kaypak bir kimliğe sahip, kusurlu, kekeleyen, kurnazca dil ve ulusalcılık arasında konumlanmış, esaslı ve mantıklı, rasyonel ve kuralcı hiçbir şeyi umursamayan, o siyah ve beyaz dama tahtahısının karelerinin çatlaklarında hareket eden “ortalama bir insan”dı. Tzara’nın ortalama insanı “Bana iyice bir bak,” diye iğneleyecekti seyircileri. “Ben bir aptalım, palyaçoyum, sahtekarım./ Bana iyice bir bak!/ Çirkinim, yüzümün hiçbir ifadesi yok, küçüğüm./ Ben de tıpkı hepiniz gibiyim!”
Lenin münferitti, kapalı kapılar ardında gizli gizli planlar yapıyordu; Dadaistler bu dünyada savaş ve ulusalcılığın ötesinde, başka idealler için yaşayan hür erkek ve kadınlar olduğunu hatırlatarak toplumun baş belası oldular. Tzara’ya göre şiir siyasiydi çünkü bir karşı-edebiyattı, yaşam biçimiydi, dünya-içinde-varolmanın bir şekliydi, yoğun ve yıpratıcı, toplumun kıçına tekmeyi basan engin bir çığlıktı. “Hayat ve şiir arasındaki tüm ayrımı reddettik”, demişti, “şiirimiz bir yaşam tarzıydı.” Şiir skandal demekti, “dış dünyayı ve kabul edilemez belirtilerini kavramayı sabote etmek” demekti.
7 Ocak 2023
Çeviri: Burak Bayülgen
BlogNot: Yazının tamamı Barbarları Beklerken Edebiyat Dergisi'nin Mayıs 2024 sayısında yer almaktadır.