Çaresizce Susan'ı Aramak (Terry Castle)

Çevirmenin Notundan Bir Bölüm

Susan Sontag’ın kişiliğinden yola çıkan ve bir yazarı tarihteki yerine tevdi etme amacı taşıyan bu metnin özgün hâli yıllar önce, 17 Mart 2005’te London Review of Books’ta yayınlandı. Metin, Terry Castle imzası taşıyor ve Castle’ın Sontag ile tanışıklığına, bundan ileri gelen izlenimlerine dayanıyor. Yazarın Sontag’ın eserlerine yaklaşırken izlenmesi gerektiğini düşündüğü tavrı özetliyor, bu tavra giden yolda Sontag’ın kişiliğini, ele alınışını ve bir kültür sahnesini eleştiriyor. Metinde, Sontag’ın ve eserlerinin ele alınışı üzerinden ABD ana akım kültürünün, medyasının bir eleştirisi de mevcut.  

Fakat en önemlisi, Sontag metinde bir vaka olarak beliriyor. Kanonik bir figürün eleştirisini, bu figürün içinde bulunduğu ilişkilere de değinerek veriyor Castle. Belki de yazarın işi; dokunulmaz olanı kurcalamak, onu dokunulmaz kılanın peşine düşmek, bunu yaparken de eleştirinin nesnesine bağlı değerin esasında nerede yattığını aramaktır. Castle, bir yandan da burjuva kültüre içkin bir yozlaşmayı Sontag özelinde betimliyor. Düşüncelerini kimi zaman oldukça alaylı bir dille ifade ederken bile Sontag’ın hakkını yememeye çalışıyor, bir yandan da ona acıyor. Kapitalist üretim ilişkilerinin kültürel hayatımızdaki sonuçlarından biri de bu ilişkiler bütününün, belki de gelecekte kültürü dönüştürebilecek sanatı üretme yeteneğine sahip genç özneleri yoksullaştırması, taraftarı kılması, kendi çelişkilerine hapsetmesidir. Sontag bu yüzden ya da bunlara rağmen oluşuyla olabildiği özne olmuş, yaşamış ve ölmüştür. Yalnızlığı da bunalımı da kendini arayıp bulamadığı yerler de çelişkileri de bunlara dairdir belki.

...

Çeviri: Hüseyin Serhat Arıkan 


Birkaç hafta önce kendimi, Susan Sontag’ın fotoğraflarını ekran koruyucu dosyama eklemek için taratırken buldum: Newsweek’ten kesilmiş küçücük bir vesikalık; New York Times’ta çıkmış ikisi daha, Allan Gurganus’un vefat ilanının yanına basılmış ve Advocate’ta -genel olarak spor salonu arkadaşlarına, gey ‘sitcom’ yıldızlarına ve et yiyen bakteri hastalığına adanmış gösterişli bir gey ve lezbiyen dergisi- yayınlanmış bir başkası. Bu, göz kamaştırıcı ve mevta zatıalileri için yapabileceğimin en azı gibi geliyordu bana. İndirdiğim en güzel fotoğraf Peter Hujar’ın 1970’lerde çektiği fotoğraftı; “Ben, Vesaire (I, Et Cetera)’’nin çıktığı zamanlar. Susan fotoğrafta ince, gri bir balıkçı yaka giyiyordu ve sırtüstü duruyordu- kolları yukarıda, kenetlenmiş elleri üstünde dinlenen başı ve çerçevenin sağında bulunan bir noktaya sabitlenmiş duygusuz bakışlarıyla. Bu fotoğrafta beğendiğim şeyin hafiften ukala bir boyutu vardı: hayata sadık bir niteliği. Şimdi, üç beş saatte bir, o dijital formatta, kaygısız, pırıl pırıl, düz göğsüyle ekranımda belirip hareketleniyor. 

Şüphe yok ki yüzlerce (belki binlerce?) insan Susan Sontag’ı benden daha iyi tanıyordu. Bizimki on yıl boyunca bir kesilen bir tekrar başlayan, yarım bir arkadaşlıktı; rol yapmakla ve nihayetinde karşılıklı bir rahatsızlıkla sınırlanmış bir arkadaşlık. Geçen yıllar boyunca büyüyen hayal kırıklığımı gizlemeye çabalıyordum, özelikle New York’a gittiğim seferki talihsiz ziyaretimde, belki bilmem kaçıncı defa, beni Saray Bosna kuşatması, patlamayan bombalar ve bir de zavallı Joan Baez’in onun otel odasından çıkmaya korktuğu zamanla ilgili sohbetleriyle eğlediğinde. Sontag, kollarını havada çırpıp o -basının “yele’’ nitelemesi yaptığı- erkeksi saçlarını kibirle savurmuştu. Bir şarlatan o kadın! Hem de ertesi gün Kaliforniya’ya dönmeye çalıştı! Haftalarca kaldım orada. Bütün bombardıman boyunca tabii, Terry. Sonra uzun uzun düşündü. Baez’le tanışmış mıydım hakikaten? Saklasa da bir lezbiyen miydi Baez? Ona bir zamanlar bu folk şarkıcısının arkasında bankomat için sıra beklediğimi (Baez, Stanford’da yaşıyor) ve fırsattan istifade ensesindeki saçları incelediğimi itiraf etmiştim. Sontag, o sırada bir rakibin varlığını sezerek bu heyecansız olayı bir an düşündü; fakat sorduğu soruların ardından, kırklarındaki bu San Fransisco’lu kız kölesinin onu hâlâ Bayan Mücevher ve Pas’a [çv. Baez’in popüler şarkısına gönderme] tercih ettiğinde karar kıldı.

İlişkimiz, en iyi hâlinde bile, Dame Edna ve onun çelimsiz yardımcısı Madge’in ilişkisi gibiydi- ya da muhtemelen Stalin ve Malenkov’unki gibi. Sontag yüce bir kişilikti, bense onun şakşakçı ayak işçisi. San Francisco’ya ne zaman gelse -ki genelde yılda bir veya iki defa olurdu bu- ansızın onun kadın yaveri olurdum: Bir telefon görüşmesiyle her şeyi (Stanford’da vermem gereken dersleri bile) bırakıp onu çeşitli Tower müzik mağazalarına, Çin mantısı yapan restoranlara götürecek tek kadınlık bir heyet. En önemlisi; onun seyahat harcamalarını karşılayan bilmem hangi kurumun aptallığı ve cehaletini, kimsenin onun The Volcano Lover romanının gerçek değerini takdir etmediğini, San Francisco şehir merkezinde doğru düzgün bir kuru temizlemeci bulamadığını vs. vs. anlattığı bitmek tükenmek bilmeyen şikayetlerini anlayışla dinlemekte ustalaşmıştım. 

Aslında, -en azından benim durduğum yerden bakarsak- ilişkimiz harika başlamıştı. Şu an bile itiraf etmem gerekir ki en başlarda, Sontag bana yetişkin hayatımın en tatlı (hatta en eğlenceli) anlarını yaşattı. İlki, 1996’da Stanford’ın büyülü gri bir gününün sabahında, ödev okumakla cebelleştiğim birkaç saatin ardından, gönderen adresinde New York yazan kahverengi tuhaf bir zarfı açtığımda oldu. Zarfın içindekiler -Charlotte Brontë üstüne yazdığım bir yazıya dair bir hayran mektubu ve Sontag’ın gösterişli bir biçimde imzalanmış Alice in Bed kitabının bir kopyası- başımı döndürmüştü. Onu on yıllarca putlaştırmış biri olarak- ki ‘’Notes on Camp’’i ilk okuduğumda dokuz yaşında küstah bir çocuktum - Pallas Athene’nin önümde bir anda belirdiğini ve bana bir bardak abıhayat sunduğunu düşünmüştüm. (Ey yüce Susan! Kadın Zekasının en aziz tanrıçası!) Bilinçsizce oradan oraya dolaşmış, bana ilettiği notu birçok arkadaşa göstermiştim. Bugüne değin, ne zaman o ânı hatırlasam, hâlâ tuhaf ve zehirli bir yetişkin hazzı duyarım -bir poşetten uhu koklamışım gibi. 

                                                 Terry Castle

Balayı dönemimizde her şey çok hızlı gelişti. Sontag, şans o ki, o bahar ve gelişinin ansızın onu kahvaltıya çıkartmamı gerektirmesinden sonraki ilk sabah, Stanford’da bir ikametçi yazar olarak bulunuyordu. San Francisco’dan -bir taraftan telaşlanmamaya çalışarak ama direksiyonda nefes nefese kalmayı da önleyemeden- kırk mil güneye giderkenki şevkim, sonraki günlerimizin de örüntüsünü belirledi. İlk birkaç zıpır araba yolculuğumuzu Palo Alto’da ve Stanford’ın dağ eteklerinde yaptık. Ben araba kullanırken, o, -fakülte lokalinde ağırlanış biçimi, Beşerî Bilimler merkezindeki kötü yemekler, Stanford’lı meslektaşlarımın “sıkıcılığı’’ hakkındaki (“Terry, sen de akademisyenlerden benim kadar nefret etmiyor musun? Nasıl dayanıyorsun buna?’’) -yüksek sesli şikayetleriyle Mütefekkirin Her Konudaki Düşünceleri arasında (“Evet, Terry, Handel’in pek bilinmeyen operalarını da bilirim ben. Andrew Porter’a da söyledim, haklı- bu operalar gelmiş geçmiş en büyük müzikal şaheserlerdir.’’) çoğu zaman düzensizce gidip gelirdi. Mest olmuştum, sanki Bayreuth’u ilk defa gören çılgın bir kız kurusuydum. Aşkımdan vurulmuş gibiydim.

Saray Bosna takıntısı çok erken bir dönemde gösterdi kendini: Hatta, bu büyük komedi perdesindeki altın dönemi yarattı. Palo Alto’nun göz bebeği, butiklerle dolu zahmetli yolu Üniversite Caddesi’nden aşağı yürüyorduk, bir kitabevine doğru. Sontag o meşhur, entelektüel-diva kıyafetini giyiyordu: bir sürü egzotik ve dalgalı atkıyla süslenmiş, hacimli siyah bir üstlük ve siyah ipekten pantolonu. Bir orada bir burada durup bir sigara içer veya bir dizi balgamlı öksürük atarken kıyafetlerini durmaksızın düzeltir ve atkılarını asilce omzundan geriye atardı. (Bu meşhur Sontag “görüntüsü’’ beni devamlı Blithe Spirit’teki rejiye götürür: ‘‘Madame Arcati girer, kaba saba mücevherlerini giymektedir.’’) Aykırı bir şekilde, bu kostümü tertemiz, şaşırtıcı derecede beyaz tenis ayakkabılarıyla tamamlardı. Bu ayakkabılar ayaklarını acayip devasa gösterirdi, Bugs Bunny’nin ayakları gibi. Her adımda, Fred McMurray’nin o eski filminde “Flubber’’dan yapılma ayakkabıları giyen insanlar gibi, bir sıçrayışta metrelerce yukarı sıçramasını beklerdim. 

Bir süredir kuşatmadan ve birlikte sığındığı bir Yugoslav kadının, bombalar çevreye düşerken bile, onun imzasını nasıl istediğinden bahsedip duruyordu. Bu kadının bariz zekasını (“Tabii ki Terry de bütün Avrupalılar gibi The Volcano Lover’ı okumuş ve son derece beğenmişti.’’) ve kendi soğukkanlılığını keyifle anıyordu. Sonra bir an durdu, suratı asılmıştı, daha önce hiçbir keskin nişancı ateşinden kaçmaya çalışıp çalışmadığımı sordu. Hayır, dedim, maalesef hayır. Süratle kalktı -bir butik kapısından ötekine atıldı, beyaz tenis ayakkabılarından bir buğuyla Restoration Hardware ve Baskin-Robbins dükkanlarından aşağı vardı. Beş altı şaşkın Palo Alto’lu durup onun soytarı gibi bir belirip bir kaybolmasını, başını eğmesini, çatılardaki hayalî keskin nişancılara işaret edip çılgınca onu takip etmemi istemesini izledi. Belli ki hiçbiri onu tanımıyordu bu insanların, fakat birkaçı sanki onun kim olduğunu bilmeliymiş gibi baktı.

O zamanlar hayatımın en büyük zorluğuyla, Otodidaktların Otodidaktıyla yüzleşen bir entelektüel otodidaktmışım gibi hissediyordum. Beni insafsızca sınıyordu. Robert Walser’ı okumuş muydum? (Ha, hmm peki, ıhım, ufak bir öksürük, mm: Maalesef, demeye utanıyorum ama…) Ya Thomas Bernhard’ı okumuş muydum? (Evet! - Evet okudum! “Witgenstein’ın Yeğeni’’! Oley! Oh be! - bir tehlikeyi daha atlattık!) En azından bir süre, Stanford Üniversitesinde beni kuşatan şaşırtıcı entelektüel vasatlığın kirinden pasından muafmışım gibi geldi. Ahmaklıktan böylesi bir muafiyetimin esas sebebi, bence, kendi budalalığımı müzikseverlik konusunda onunla yapıyor olmamdı. CD takas edişimiz ve birbirimize -tuhaf, eril, tutkulu bir şekilde- şarkı öneriyor olmamız sonrasında aramızdaki kırılgan bağın bir parçası oldu. Anlaşılması zor, onun o güne dek duymadığı Busoni aranjmanları konusunda çok iyi bir tespit yapmıştım mesela (ha bir yandan da “tabi canım, piyanisti’’ -Paul Jacobs’ı- “çok iyi tanırdı(m)’’). Öte yandan, Janáček’in The Excursions of Mr. Broucek’ini daha önce hiç dinlemediğimi itiraf ettiğimde büyük hata yapmıştım. Bana hayret dolu gözlerle bakmış, biraz azametli bir tavırla, bu eserle haşır neşir olmayı “kültürlü bir insan’’ olarak kendime borçlu olduğumu açıklamıştı. (“Janáček’in ses evrenine hayranım.’’) Bahsettiği operanın kaydı çok geçmeden posta kutumda belirdi -affedilmiştim- fakat kaydı dinlediğimde bir yere varamadım. (Bitmiyordu sanki, şimdi Sontag’la eşleştirdiğim o yorucu, Doğu Avrupalı şey gibi.) Kaydın CD’si hâlâ rafımda duruyor. Ulu geçmişlerinden olsa gerek, kayıtları semtimizdeki CD dükkanına vermeye içim varmadı.

Flört de ederdi benimle -şuh, alt üst eden, kendine haz tarzıyla. Kitabım The Apparitional Lesbian’ı okuduğunu, Henry James ve The Bostonians konusunda benimle “tamamen hemfikir’’ olduğunu söylemişti. O zamanki kız arkadaşımla nasıl tanıştığımı uzun uzadıya anlattırdı bana. (“Sana mektup yazdı ha! Sen de cevapladın? Terry, dilim tutuldu!  O mektuplardan bana da çok geliyor ama hiçbirine asla cevap vermedim. Yani, Terry, serseme döndüm!’’) Ona özel hayatıyla ilgili bir soru sormaya çok çekinsem de o ara sıra kendi efsanevi geçmişiyle ilgili dedikodular verir, sonra bana şakacı, nazlı bir bakış atardı. (“Yani, Terry, herkes Jeannne Moreau’yla sevgili olduğumuzu söyledi ama biliyorsun, biz sadece yakın arkadaşlardık.’’) Bir sataşma hedefi olarak yüceltilişim onun Kresge Oditoryumu’ndaki büyük konuşmasına denk geldi. Onun “esaslı’’ modern romancılardan biri olduğunu düşünmedikleri için katılımcıları azarlamakla başlamıştı konuşmasına, ardından, nihayetinde In America’nın bir parçası olacak bitmek bilmeyen bir bölümü okudu. (Başka bir önde gelen edebî figür, böyle azap verecek derecede tumturaklı bir kitap yazdı mı?) Konuşmasının sonunda, kalabalıktan büyük ve rahatladıklarını gösteren bir alkış koptuğunda -çok şükür bitmişti konuşması- bana doğru yürüdü. Stanford’ın o sırada gülümseyen rektörünü ve imza isteyenleri şöyle bir geçip dirseğiyle bana gelen yolu açtı, beni sarsarcasına kolları arasına alıp yüksek sesle: “Terry, bu şekilde buluşmayı bırakmamız lazım.’’ dedi. Komik bir şey söylediğini düşünür gibiydi ve içtenlikle kıkırdadı. Aynı anda hem gururlanmış hissettim hem de sersemledim ve utandım, herkesin önünde erekte olmuş ergen bir oğlan gibi.

Normalde saygılı bir insan olsa da Allan Gurganus (Advocate’taki anma yazısında) Sontag’ı lezbiyen olduğunu açıktan söylemediği için iğneler: “Sontag’a dair tek dileğim bizlerin günlük hayatlarımızda dayanmak zorunda olduğumuz şeylerle ilgilenmeyi göze almasıydı. Kendisinin bizzat ifade ettiği korkusuzluğuyla esasında kendini koruma konusundaki kapalılığı arasındaki fark, aslında parlak olan kariyerine şerh koyan bir lekeydi.’’

İtiraf etmeliyim ki Sontag’ı bu hassas konuda hiç anlayamadım- bu konuda konuşmuş olmamıza rağmen. Genelde (içerlemiş ve mağdur bir tonla) “etiketlere’’ inanmadığını ve olsa olsa biseksüel olduğunu söylerdi. Kendini şehir şehir takip eden ve sonrasında, 2000 yılında, kendisine dair mahrem bilgiler de veren bir biyografi yayınlayan evli çift hakkında öfkeyle konuşurdu. Korkutucu olan şu ki, bu aşağılık çiftin biyografide onun ünlü kadın partnerleriyle fotoğraflarına da yer vermeyi planladıklarını öğrenmişti. Kuşkusuz bu çiftin ikisi de Dante’nin Cehennem’ine sevk edilmeliydi, ki Vaftiz Edilmemiş Bebekler, Tefeciler ve Yalandan Yemin Edenlerle birlikte o bitimsiz ateşte yansınlar. O böyle atıp tutarken ciddi bir ifade takınmaya olabildiğince gayret etmiş, fakat Dante’nin böylesi caniler için ayrı bir katman tasarlaması gerektiğini de düşünmeden edememiştim. Sontag’ı Açık Edenler.   

...

Not: Bu metin Susan Sontag tarafından "günümüzün en etkili, en aydınlatıcı edebiyat eleştirmeni" olarak tanımlanan Sontag üzerine yetkin çalışmalarıyla bilinen Terry Castle'nin türkçede yayınlanan ilk metnidir. Çeviri metin, metnin tamamını kapsamamaktadır. Metnin tamamı yakında yayınlanacak olan Barbar Okumalar derlemesinde yer alacaktır.